Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Her savaş mevcut dengeyi değiştirdiği gibi, geleceğin denge durumunu da kararlayacak. Savaşın acımasız yüzü binlerce insanın cansız bedenini toprağa gömerken, yeni canlar kirletilmiş dünyanın herhangi bir yerinde soluk almaya başlayacak. Her ölüm yeni bir yaşamı tetikleyecek. Peki, insanın doğa ile savaşı mı? İnsanın insan ile savaşı mı? Bizi bugünlere getirdi. Bu sorulara bir jeolog penceresinden bakalım mı, ne dersiniz?
Buzul devri insanından kalan mağara resimlerine baktığımızda, insanın insanla savaşına dair bilgiler yerine, hayvan avlamaya dayanan-hayatta kalma mücadelesinin ön planda olduğunu görürüz. Yani, 2.5 milyon yıl ile 12 bin yıl arasındaki zaman dilimine karşılık gelen Buzul devrinde yaşamış olan Eski Taş Çağı insanları, henüz birbirini öldürecek kadar bencil değillerdi, ya da henüz jeoloji bilmiyorlardı. Çünkü jeoloji bilselerdi, savaş aletlerinin hammaddesi olan madenleri bulup işletebilirlerdi. Bildikleri tek şey avcılıkta kullanacakları taşa şekil vermekti. Bunu da taşı taşa sürterek yapıyorlardı. Böylece, taşların farklı sertlik ve dayanımlara sahip olduklarını keşfetmişlerdi. Bu bağlamda, tarih öncesi çağda yapılan taş işçiliği, bilimsel bir gözleme dayanan ilk jeolojik eylem olarak değerlendirilebilir.
İlk İnsan çağında dünyanın jeolojik evriminde meydana gelen en önemli olaylardan biri de, buzulların erimesi, bir başka değişle yeryüzünün ısınmasıdır. 12 bin yıl önce başladığı kabul edilen ve Holosen adı verilen jeolojik devire karşılık gelen bu zaman diliminde, insanlar yerleşik hayata geçmeye ve tarımla uğraşmaya başlamışlardı. İşte ne olduysa Holosen döneminde oldu. Buzullar arası bu dönemde havaların ısınması, insan nüfusunun artmasına ve yeni kaynakların arayışına yol açtı. Eldeki kanıtlar şunu gösteriyor; ilk savaşlar, metalik madenlerin bulunmasından önce, toprak, kadın ve yiyecek elde etmek için yapılmış. Tarih öncesi Bronz ve Demir Çağında madenciliğin gelişmesiyle yeni silahlar üretilmiş ve böylece insan bedeni kılıcın keskin yüzüyle tanışmıştı.
Antik Çağ’da Doğaüstü güçlerle haşır neşir olan insanoğlu din-savaş-doğa üçgeni içinde hareket etmiş. Daha sonra çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçiş neticesinde büyük imparatorlukların da kurulmasıyla din-savaş-siyaset üçgeninin egemenleştiğini görüyoruz. Bence din ve bilim ile siyasetin çatışmasının ana çerçevesini de doğayı anlamaya dayanan jeolojik düşünce oluşturur. İnsanoğlu doğayı anladığını sandıkça, ona hükmetme yoluna gitmiştir. Fakat gözden kaçırdığı önemli bir durum vardı. Dünyanın jeolojik geçmişinde de kanıtlandığı gibi, şimdiki canlıların yaşamasına uygun olmayan ortamlar binlerce kez tekrar etmişti. Doğa normal şartlarda bu değişimleri insan yaşamından çok uzun olan jeolojik zaman dilimi içinde gerçekleştirir, tabii ki dışarıdan herhangi bir müdahale olmaz ise. Mesela 500 yıl sonra deprem üretmesi beklenen diri bir fay parçasını insan faaliyetleri neticesinde uyandırırsanız, depremi daha erken bir zamana çekmiş olursunuz.
İnsanların yeryüzündeki ekolojiyi küresel çapta etkisi altına aldığı zaman dilimi olarak da bilinen insan çağı (Antroposen çağı), günümüzün son jeolojik çağı olarak benimsenmiş durumda. Yaşadığımız bu zamanda yeryüzünde oldukça hissedilen iklim değişikliği ve karbondioksit salınımı, insanı ruhsal ve bedensel anlamda olumsuz yönde etkilemiş olmalı ki, savaş bulaşıcı bir virüs gibi ülkeden ülkeye yayılıyor. Antroposen çağının en çok hissedildiği son 300 yılda, neredeyse savaşın uğramadığı ülke kalmadı.
I. Dünya savaşında Almanların, II. Dünya savaşında ise, ABD’nin savaş bölgesindeki arazinin jeolojik/ hidrojeolojik yapısının anlaşılması ve doğal kaynakların saptanması anlamında askeri jeologları kullandıklarını biliyoruz. Hatta, jeolojik düşünme yeteneğine sahip Amerika Başkanlarının önemli bir bölümü jeopolitik önemini bildikleri ülkeler üzerinde, savaş çıkartarak hakimiyet kurmaya çalışmışlardır. Bu açıdan bakıldığında Karadeniz, Ege ve Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler jeopolitik önemleri nedeniyle, her zaman için siyasal gücü elinde bulunduran büyük devletlerin dikkatini çekmiştir. Sanırım Amerika, Avrupa ve Rusya’nın Karadeniz’de hakimiyet kurma mücadelesi, Karadeniz’deki doğal kaynakların zenginliğiyle ilişkili olsa gerek. Dünyanın en büyük hidrojen sülfür rezervine sahip Karadeniz; doğal gaz, petrol ve gaz hidrat açısından de zengin keşiflere gebedir. Jeoloji barış zamanında da yıkılan şehirlerin yerleşime uygunluk anlamında yeniden kurulmasında başrolü oynar. Asrın depreminde gördüğümüz gibi. Bir sonraki depremde can ve mal kaybını azaltmak için jeoloji bilimine şiddetle ihtiyaç var. Her ne kadar toplum olarak henüz bunun farkında olmasak da, jeoloji bilimi, savaşta da barışta da, insan yaşamında vazgeçilmez bir bilim dalı olarak geçerliliğini koruyacak gibi görünüyor. Savaşların olmadığı Doğa ile barışık günlerde görüşmek dileği ile.