Merak edip, bir bakayım dedim, Türk topluluklarının kültürü ve manevi gücü nereden geliyor, nereden besleniyor diye? Aslında herşey geçmişten miras kalıyor bize. Bizim de bıraktığımız herşey geleceğe miras kalacak. Kısacası insanın geçmiş tarihi geleceğini belirleyecek.
“Buğdayın ekmek olabilmek için aldığı yola bir bak… Var mı öyle değirmen taşında ezilmeden, elden ele yoğrulmadan, ateşlerde yanmadan oluvermek? Kolay mı öyle adam olmak? demiş Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış olan Alevi-Bektaşi Dervişi Tapduk Emre. Onun müridi olarak yetişen Yunus Emre, insan sevgisi ile ilahi aşk arasındaki ilişkiyi dönemin halk kitlelerine ulaştıran yazılarıyla tartışmasız bir şekilde Türk tasavvuf edebiyatının en büyük şairi olmuştur. Yunus Emre yanında, Hacı Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaşı Veli gibi şahsiyetler de, Türk islam Kültürünün temellerini atmalarının yanısıra, ezilen ve yoksul halk kitlelerinin de yaşam mücadelelerinde yanan meşaleleri olmuşlardır. Bu halk ozanlarının yüzyıllarca yıl önce yaşadıkları dönemlerde söyledikleri ve yazdıkları şiir ve değişler günümüze kadar halk edebiyatı çerçevesinde nesilden nesile aktarılmıştır. Yunus Emre bu gerçeği “Aşık öldü diye sala verirler, ölen bedendir, Aşıklar ölmez” sözleriyle ne güzel anlatmıştır.
Yaşadıkları dönemlerde İnsana ve yaşama dair her konuya sevgi ve ilahi aşk ile yaklaşarak insanların mücadele gücünü güzel ahlak ve bilgi temelli bir islam inancı üzerine oturtmalarını sağlamaya çalışmışlardır. Mesela, “İslamın temeli güzel Ahlak, Ahlakın özü bilgi, bilginin özü Akıldır” der Hacı Bektaşı Veli. Sevebilmenin gücünü ne güzel özetler Yunus Emre “Maharet güzeli görebilmektir. Sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan alem herkes bilsin ki, en büyük ibadet sevebilmektir.” Kim bu kadar derin sevebilir ki!!!
“Yola çıkıp varamayan, yoldan çıkıp varan yoktur.” diyen Yunus Emre, insanın koyduğu hedefe nasıl ulaşması gerektiğini ne güzel özetlemiş değil mi? Şimdinin dünyasında ise, herşey mübah. Kimin nereye, ne için varmak istediği belli değil!!! Sevgi, saygı deseniz, yerlerde sürünüyor.
“Başına sarık sarar, Kendine mürit arar, İlmi yok neye yarar, Ahir zaman şeyhleri.” derken Hacı Ahmet Yesevi, bağnazlık yerine bir şeyin gerçek ve mahiyetini kavrayıp idrak etmenin bilimsel önemini vurgulamıştır. Hacı Bektaşı Veli de “Bilim gerçeğe giden yolu aydınlatan ışıktır “ ve “Bilimle gidilmeyen yolun sonu yoktur” derken Hacı Ahmet Yesevi’yi doğrular gibidir. Peki bilim ne zaman yola çıktı? Sanırım pozitif bilginin kazanıldığı ilk dönemler bilimin doğduğunu belgeler niteliktedir. Ya da gözleme dayalı ilk kavramsal bilgiler pozitif bilimi doğurmuş olabilir. Bilimin nerede başladığı sorusu ise, batı kökenli Antik Yunan ile doğu kökenli Mısır/Mezepotamya uygarlıklarında gizlidir. Bence, Bilim ve Din her ne kadar birbiriyle çelişen iki kavram gibi görünse de, felsefi süreç içinde bir elmanın iki yarısı gibidir. Gözleme dayalı bilim ile vahiy kaynaklı din arasında, akıla dayalı bilgiyi benimseyen felsefe bu elmanın çekirdek kısmını oluşturur. 13. yüzyılda yaşamış Mevlana’nın dediği gibi “Üzülme! Ayağına batan dikenler aradığın gülün hebercisidir.”
Aslında 13. Yüzyıl Anadolu halkı için kendi içinden ozanların yetiştiği ve ilahi aşk ile yoğrulan özgür düşüncenin ön plana çıktığı yeni bir örgütlenme dönemi olarak da görülebilir. Tüm dünyanın Ortaçağ karanlığından kurtulmaya çalıştığı bu dönemde, bilim, felsefe ve din kavramlarını tartışmak tarihi bilgiye dayalı güçlü bir yürek isterdi. “Tut ki Ali’den miras kaldı sana Zülfikar, Sende Ali’nin yüreği yoksa Zülfikar neye yarar?” der dönemin büyük mutasavvıfı Mevlana, imanı en güçlü şahsiyetten yola çıkarak.
100 yıl savaşlarının yaşandığı 14. yüzyıl halk ozanı Nesimi “Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni.” ve “İblisin talim ettiği yola minnet eylemem, Rızkımı veren Hüda’dır kula minnet eylemem.” diyerek Allah dışında kimseye minnet edilmemesi gerektiğini ifade eder. Şimdi ise kula kulluk etmek için, millet kuyruğa girmiş, sırasının gelmesini bekliyor.
Avrupa’da Rönesansın başladığı 15. yüzyıl döneminde yaşamış bilgin ve devlet adamı Ali Şir Nevai “Sevgiliden ayrı bir gönül sultansız ülkeye benzer, Sultanı olmayan bir ülke cansız bir bedene benzer” ve “İnsan vefadan uzaksa, vefakarlıkta köpek ondan iyidir.” diyerek sevgiliden ayrı olmanın ölümle eş olduğunu ve vefanın ne kadar yüce bir özellik olduğunu belirtir. Oysa bugünün Türkiye’sinde vefasızlık toplumun her katmanına bir virus gibi bulaşmış durumda. Yanlış insanlara yapılan yatırımlar ürün verdikçe can acıtır. Böyle zamanlar 16. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Pir Sultan Abdal’ın “ne mutlu eğri zamanda doğru durabilene” sözünü hatırlatıyor.
17. yüzyılda Karacaoğlan “Sevdaya düşen yorulmaz” derken, gericiliğe ilk tepki dönemin bilim insanı Katip Çelebi’den gelmiştir. Sanki bir sistemin çökmeye dair ilk işaretleri sevgisiz kalplerin sayısındaki artış ve gericilikle eşdeğer gibi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girdiği 18. yüzyılda yaşamış olan Dadaloğlu “Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir” diyerek yerleşik düzene karşı çıkıp göçebe yaşam tarzını benimseyen halkının sesi olmuştur. Günümüzde ise, tüm dünyada yaşanan Covid pandemisi yerleşik düzenden bireysel bir yaşam tarzına doğru evrilmeyi zorunlu kılacak gibi görünüyor. Ya da belki de, bazı konularda gerileme dönemine girmiş olabiliriz.
Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 20. yüzyıl ozanı Aşık Mahzuni Şerif “Güneşe saygıdandır, çiçeğin boyun eğmesi, bütün aşklardan yücedir, insanın insanı sevmesi” diyerek insan sevgisinin yüceliğini dile getirir. İkinci yarısını yaşadığım bu dönem, her ne kadar darbelerle kesintiye uğramış olsa da acısıyla tatlısıyla, adrenalini yüksek olaylarıyla, sevgi ve saygının bilim aşkı ile yoğrulduğu bir dönemdi. Geçmiş olsun.
Bu dönemin sonunda Aşık Veysel Şatıroğlu “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa.” derken, Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş ise, “bir bekleyeni olmalı insanın, sen kendinden vazgeçsen de senden vazgeçmeyen” ve “gönül kimi severse, aşk onda güzeldir.” diyerek sevmek ve sevilmenin insanın gönlündeki aşkın içinde gizlendiğini ve her ne olursa olsun sizi seven bir insanın varlığına ihtiyaç olduğunu belirtir. Ama 21. yüzyılın ilk çeyreğinde patlak veren insan ilişkilerindeki kokuşmuşluk, doğanın isyanını belgeleyen deprem, tsunami, sel, heyelan ve hortum gibi afetlerle birleşince ruhsal çöküntü kaçınılmaz oldu.
Bu nedenle, 1200’lü yıllardan günümüze kadar sevgi-aşk-inanç üçgeni içinde Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış gönül insanı halk ozanlarına, 21. Yüzyılın 2. Çevreğinde, şiddetle ihtiyacımız olacak. Bizi Biz Yapan Manevi Değerlerimizin Ruhları Şad olsun.
Bu vatandaşı yakinen tanıyan birisi olarak kalbinden gecenlerle ağzından çıkan sözlerin farklı oldugunu ve prof. Ünvani vasıtası ile kuvvetli bir demogog olduğunu bildirir çalışmalarınızda başarılar dilerim
Sağolun Değerli Hocamız. 12 ve 13.asırlar her yönden gündeme getirilmeli... Ahî Evrân'ın hayatı çerçevesinde o güzellikleri senaryo olarak işledim. Durumun farkında olanlara selam olsun.
Sayın hocam, köşe yazınızdan hareketle bilgi birikiminizden ve kıymetli değerlendirmelerinizden fevkalade müstefid oluyoruz.