Bazı insanlar bakınca görür. Bazı insanlar görünce bakar. Bazı insanlar bön bön bakar. Bazı insanlar ise gönülden bakarlar. Gönülleriyle bakan insanların gözlere ve dolayısıyla görmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü onlar duygularını hissederek yaşarlar; Aşık Veysel ŞATIROĞLU’nda olduğu gibi… hayat arkadaşı tarafından terk edilip yalnız kaldığında dile getirdiği duygusal cümlesi günümüzde de geçerliliğini korumaktadır: güzelliğin on par etmez bu bendeki aşk olmasa…bu olağanüstü cümle insanların ilk tanışmalarındaki göz temasını da anlamsız kılıyor. Yaşadığı kültür gereği, elindeki sazı ile aklını birleştirmeyi beceren ender insanlardan biri olan Aşık Veysel, gören insanlara bakıp da göremedikleri birçok konuda yol gösterici bir bilge olmuştur. Karanlık bir dünyada geçen 70 yıllık hayatı boyunca etrafındaki insanların nankörlükleri, sadakatsizliği ve sevgisizliği üzerine “benim sadık yârim kara topraktır” diyerek insanların güvensizliğini ve neye sahip olursa olsun, eninde sonunda toprak olacaklarını yine tek bir cümlede ifade edebilmiştir.
50 yıl önce aramızdan ayrılan bilge şair ve halk ozanı olan Aşık Veysel gönüllerde ve zihinlerde yaşamaya devam ediyor. Sazı ve sözüyle bizlere bıraktığı mirasa sahip çıkmak boynumuzun borcu… ölümünden sonra geçen yarım asırlık zaman dilimi benim çocukluğum, gençliğim ve olgunluk dönemimi içeren zamanı kapsıyor. Geriye dönüp baktığımda 70’li, 80’li, 90’lı ve 2000’li yılların birbirinden ne kadar farklı olduğunu görebiliyorum. 70’li yıllar her ne kadar Türkiye’de yaşayan yoksul insanların yurtdışına göçü şeklinde geçmiş olsa da, gönülden bakan insanların çoğunlukta olduğu yıllara karşılık geldiğini söyleyebilirim. 80’li yılların başı benim lise dönemime denk gelmişti. 80 darbesinin olduğu yıllar, gönülleriyle bakan insanların az olduğu ve çoğunluğun her anlamda kör olduğu yıllardı. Darbe sonrası ilk yıllar ise, İzmir’de üniversite eğitimimi aldığım yıllardı. Hiç unutmam, sağcısıyla solcusuyla Bornova öğrenci yurdunda bulmuştuk kendimizi. 12 Eylül sonrası zorunlu olarak gelişen bu birliktelikte, bilek güreşi turnuvaları düzenleyerek birbirimize karşı olan kin ve nefreti yenmeğe çalışırdık. Sonrasında o bileklerdeki sıcaklık genç insanların tüm benliğine aktarıldığında, 1980 öncesi ortamın ne kadar yapay bir ortam olduğu anlaşılmıştı. 90’lı yıllar biz yaştaki insanların ilk aşklarını yaşadığı yıllardı, doğal olarak da gönülden bakan insanların çoğunlukta olduğu yılları kapsıyordu. Lisansüstü eğitimimi geçirdiğim bu yıllarda jeoloji biliminin ve dolayısıyla da yerkabuğunun oluşum felsefesini kavradığım yıllardı. Bu zaman dilimi dünya ölçeğinde, insanların insanlıktan çıktığı ve binlerce masum insanın can verdiği savaşların olduğu zamanları kapsıyordu. Ülkemiz ise, 1999 Kocaeli-Düzce depremleri nedeniyle ekonomik olarak iyice yıpranmıştı. Ardından 2011 Van depremi ve 2020 yılı başındaki Elazığ ile 30 Ekim 2020 Samos (Simav) depremleri, Türkiye’nin Doğal afetlere karşı olan acizliğini bir kez daha ortaya koymuştu.
Ve ardından 6-20 Şubat 2023 Kahramanmaraş ve Antakya depremleri nedeniyle oluşan can ve mal kayıpları, bakınca göremediğimiz ve fakat aslında çok daha önce görüp almamız gereken önlemlerin varlığını göstermesi bakımından yıllarca unutulmayacak büyük ve çok acı bir dersti. Bu dersin ilk saatlerinde, Doğu Anadolu Fayı’nın güneye doğru kollara ayrılarak sonlandığı Malatya-Adıyaman-Maraş-Antakya koridorundaki milyonlarca insan uykularının en derin yerindeyken saat 04.17’de, Pazarcık-Kahramanmaraş merkezli 7.8 büyüklüğündeki bir depremle sarsıldı. Saniyeler içinde enkaz haline dönüşen binlerce binanın altında sağ kalan çoluk-çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek 72 saat sürecek yaşam mücadelesiyle başbaşa kalmıştı. Bu sürenin sonunda, mücadeleyi kaybedenler aramızdan ayrılmıştı. Fakat, bu enkazın altından sağ çıkanlar…Öksüz, yetim, evsiz, eşsiz ve kimsesizliğe mahkum edilecekti.
Ben bu deprem sırasında Konya’da bir otelde idim. Aşırı kar yağışı nedeniyle İzmir’e uçak kalkışı ertelenmişti. Otel odasında beklerken, saat 04.19’da Antakya’da yaşayan kardeşimden bir mesaj geldi “abi çok kötü sallanıyoruz, üzerimize taş düşüyor” diye yazmış. Sonra birden iletişim kesildi. Kısa bir süre sonra Ankara AFAD aradı. Hasan hoca sana bir araç gönderiyoruz, gerekli gözlemleri yapmak üzere Maraş’a geçin. Tamam dedim. Camdan dışarı baktım lapa lapa kar yağıyor. Tanıdığım herkesi aradım, mesaj çektim. Ama nafile, iletişim sistemi kitlenmişti. Gün aydınlanmıştı ki, beni yeniden aradılar, hocam kar nedeniyle Konya’ya giriş yapamıyoruz. Size Konya AFAD’tan bir araç ayarlayacağız, dediler. Aracın gelmesini beklerken, saat 13.24 gibi, hafif ama uzun süren bir deprem olduğunu hissettik. Telefona baktım 7.6 Ekinözü-Kahramanmaraş. Eyvah dedim. Aynı bölgede ard arda iki büyük deprem. Kıyamet bu olsa gerek. Bir an için Antakya’daki ailemi, akrabalarımı, tanıdıklarımı düşündüm. Telefona sarıldım. Ama yine kimseye ulaşamadım. Bir afet sonrasında olması gereken en önemli haberleşme aracı hiçbir işe yaramıyordu. Jakarlı bir araç geldi, Maraş’a yola çıktık. Ama, trafik tamamen tıkalı. Depremden kaçan ile deprem bölgesine gitmeye çalışan halk yolları kitlemiş. Ambulanslar, iş makinaları, resmi araçlar kaplumbağa hızıyla ilerleyebiliyor. Yollarda heyelanlar, fay nedeniyle kesilmeler, özellikle Adana’dan sonraki ilçeler harabeye dönmüş, insanlar enkazın etrafında, ateş yakmış çaresizce yardım bekliyordu, belki arama-kurtarma araçları olsaydı, enkaz altındaki yakınlarını çıkartabilirlerdi. Maraş’a vardığımızda gece yarısını geçiyordu. Ramada otele gidin birkaç saat dinlenin dediler. Gittik, her taraf zifiri karanlık. Kar taneleri karanlığı yırtarcasına usulca yerçekimine yenik düşüyordu. Nihayet Otele vardık. Kapıda güvenlik. Otel hasar aldı, oda veremiyoruz dedi. Gidecek başka yerimiz yok, dedik. Bari lobide oturalım. Tabii buyrun dedi. Artçı sarsıntıların gölgesinde, Lobideki koltuklarda sabahladık. Sabahın ilk ışıklarıyla inceleme yapmaya başladık. İki ay boyunca 500 kilometre uzunluğa varan fayları adım adım inceledik. Fay üzerinde inşaa edilmiş bina/yapıların nasıl hasar gördüğünü gözlemledik. Fay geçtiği yerleri metrelerce kesip atmıştı. Ne yol, ne ev, ne ağaç ne de demiryolu dinlemişti. Yerkabuğunun en güçlü jeolojik yapısı sanki “benimle yaşamayı öğreninceye kadar size rahat yok” der gibiydi. Adıyaman-Gölbaşı’na geldiğimizde, Göl kıyısı boyunca yer alan tüm binaların ya yıkılmış ya da eğrik büğrük bir şekilde zemin içine batmış olduğunu gördük. Birbirinin üstüne yan yatan, sırt üstü veya yüz üstü devrilen binalar, büyük bir savaşta yenilmiş ordu gibiydi. Sarsıntının şiddeti o kadar yüksekti ki, sıvılaşma tehlikesi içeren zemin, üzerindeki binaları taşıyamamıştı. Bundan çok daha vahim durumu, Asi nehri ve bu nehire akan kollar üzerinde kurulan güzelim Antakya’da gördük. “Taş taş üstüne kalmamış” cümlesi deprem biliminde en yüksek deprem şiddeti olan XII’yi tanımlamak için kullanılır. Maalesef, Antakya bu tanıma uyacak kadar yara almıştı. Artık güven içinde yaşam alanı bulduğumuz evlerimiz yoktu. Önce Çadır, sonra konteyner kentler geriye kalanların barınağı olacaktı. Bu koşullarda, binlerce artçı depremin gölgesinde geçen bir yıl boyunca, vicdanlı insanların yardımlarıyla yaşamaya çabalayan depremzedeler için, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Kısacası, yaşamda kalmak için gönülden bakan gözlere ihtiyaç var. Bu bağlamda ; Afet anı ve sonrasında; iletişimi sağlayamazsak, ulaşım problemini çözemezsek, her mahallede arama-kurtarma ekibi yetiştirmez ve içi malzeme dolu konteyner koymazsak, fay üzerinde ve sıvılaşma tehlikesi içeren zemin üzerinde yapılaşırsak, depreme dayanıksız binalarımızı belirleyip güçlendirmezsek, depreme dayanıklı bina yapmazsak, toplumu afet konusunda bilinçlendirmezsek ve deprem tehlikesinin yüksek olduğu il ve ilçelerde deprem konutlarını deprem olmadan önce yaparak hazır bulundurmazsak; maddi, manevi yine kaybederiz. Başarılması çok zor, ama imkansız olmayan bu dersleri geçebilir miyiz? Ne dersiniz? Bilge insan Aşık Veysel’in dediği gibi “Uzun ince bir yoldayım gidiyorum gündüz gece”…
Hasan hocam ellerıne saglık..